24 Ağustos 2019 Cumartesi

Masum Bayraktar, Masumculuk ve Sahte Vahdet-i Vücutçuluk Akımı


Soru: Fatih Medreseleri adlı oluşumun başı Masum Bayraktar, İsmailağa'dan neden dışlandı? Vahdet-i Vucutçu olmakla itham edilen Bayraktar gerçekten öyle midir ? Bayraktarın yanında olanlara neden "masumcular" denmekte ? Masumculuk hareketi nedir ? Bayraktar ve ekibi bu denli husumet ve tard edilmeyi hak edecek ne yapmış olabilirler ?

Cevap:

Bu mesele İsmailağa Cemaatinin iç meselesidir. Başkasını alakadar etmez. Cemaatte yeri olan, sevilen sayılan bir ihtiyar olan Musa amcanın torunu olan Masum Bayraktar hafızlığını Fatih Müftülüğüne bağlı Büyük İsmailağa Kuran Kursunda yapmış yine orada bir miktar arapça okumuştur. (Yani cemaatin medreselerinde okumamıştır, ilmi, icazetnamesi yoktur) Musa amcanın katkılarıyla İsmet Efendi tekkesine yakın yerde bir hafızlık kursu açmış ve orada ekibiyle birlikte hafızlık talebesi okutan sıradan bir hoca olarak işine devam etmiştir. Sonra Abdülkadir hocanın ona binasını kullanıma vermesi üzerine (1997) Nedim Hocanın camii yanındaki 6 katlı binada ilk defa Arapça kursu açmış ve arapça hocası olarak da yakın arkadaşı Hakan Taha Alp’i kursun başına koymuştur. Hakan alp’in Pakistana gitmesi üzerine de Mesut Demiri yanına almış ve Arapça kursunun başına koymuştur. (Görüldüğü üzere kendisi arapça tefsir hadis fıkıh derslerine girecek bir ilmi, yetkinliği yoktur. Arapça kursunu derleme hocalarla açabilmiştir)

Buraya kadar her şey tabii akışında ilerlerken.. Hızır efendi ismailağa camiinde şehit edildi ve M Bayraktar Hızır efendinin camii olan Çukurbostan Camisini mekan edindi. Ve orada özel sohbetler düzenlemeye başladı. Daha çok tasavvuf ağırlıklı bu sohbetlerde bir konu çokça dile getirilmeye başlandı. Açıktan "vahdeti vücut" denmiyordu ama konuşmalarda resmedilen olgu, tanımlanan fikir vahdeti vücuttu. Bir kere katıldım sohbetine ve gördüğüm şu oldu "Allah latif latif latif.. o kadar latif ki görülmüyor.." diyordu.. ve bunu derken sözün öyle bir yerden getiriyordu ki sanki "Allah kainatı kaplamış da hava gibi her yerde ancak latif olduğu için görülmüyor yoksa görülecek, yani sanki biz ve her şey Allahın (haşa) içinde.." gibi şeyler anlaşılıyordu..

Bunun sohbetlerinde ayrıntıda gizli olan şeytanı "vahdet-i vucutçuluğu" yakalaması cemaatin ilim ve fetanet sahibi hocaları için zor olmadı. Sohbetine katılan herkesten gelen haberler aktarılan sözler apaçık bu fikre saptıklarını gösteriyordu.. Ortalıkta bir vahdet-i vucutçuluk furyası almış başını gitmişti..

Evet, Masum Bayraktar, Ehli Sünnet İnancına çok aykırı bir görüşe: vahdet-i vücut’a sapmıştı. Başına gelen bütün gaileler, reddolmalar, ötelenmeler, tenkitler nefretler hep bu yüzünden oldu. Aslında mesele bu kadar basit ve sade değil. Bu netice üç sene gibi uzun bir sürecin düğümlenmiş kilitlenmiş bir neticesidir ki bu süreçte oynayan baş aktör yalnızca masum bayraktar idi. O ve yardımcısı Yavuz Selim Esengil.

Masum Bayraktarı yakından izleyenler onda derin bir pişkinlik bir boş vermişlik görürler. O kendisine isnad edilen bu iddiayı bertaraf etmek için hiç uğraşmaz, neden ? Çünkü biliyor ki bu halk vahdeti vücuttan anlamaz, anladığını sananlar da bunu kabahatten saymaz. "Masum vahdet-i vücutçuymuş o yüzden İsmailağa'dan uzaklaştırılmış" dendiğinde Masum bundan sadece gizli zevk duyar. Ne gocunur ne de üzülür. O yüzden de kendini aklama ihtiyacı hissetmez. (2010)

Peki nedir vahdet-i vücut, ve gerçekten bir insanın tard edilmesini gerektirecek kadar büyük bir cürüm müdür ? Yoksa rekabete dayalı kıskançlıklara alet edilmiş masum bir görüş müdür !?

Vahdet-i Vücut, kelime anlamıyla: Varlığı bir saymak. Çokluğu reddetme, var olanın tek şey olduğuna inanma. terim karşılığı ise: 'Varlığı Birleme' demektir.

'Varlığı Birleme' ancak iki şekilde mümkündür;

1) Allah için kainatı inkar etmek
2) Kainat için Allahı inkar etmek

1) Allah için kainatı yok saymak/inkar etmek çok sıkıntılı bir durum değil. Bu hal vahdet-i vucut'un gerçeğidir. Muhyiddin İbn-i Arabi ks gibi ileri mutasavvıfların yaşadığı halidir.  Bu tayfa "küllühu hu" "her şey Odur" derken Allahtan başkasını müşahede etmediklerinden, alemi bir hayal ve duman gibi "yok" gördüklerinden islam dairesinden çıkmazlar. Bunlar sekir halinde oldukları için ehli sünnet nezdinde mazur sayılmışlar ve küfre nispet edilmemişlerdir.

2) "Kainat hesabına Allahı inkar etmek, yok saymak" demek olan vahdet-i vücut'un ikinci türü apaçık küfürdür ve lhaddır. Vahdet-i vucutçuluğun bu çeşidi öncekileri lafta taklit ederek, o hali yaşamadan, onların sözlerini fütursuzca tekrarlamaktan ibarettir. Aklı başında biri "külluhu hu" "her şey O" dediği zaman Allahı değil, kainatı müşahede ettiği için kainata "Odur" yani "Evren Allahtır" demiş olur ki bu itikat apaçık küfürdür, islamdan çıkmaktır. Bunlar şuurları yerinde olarak bu küfür kelimelerini telaffuz ettiklerinden mazur sayılmazlar ve zındık olurlar

İşte Masum Bayraktar tayfasının vahdet-i vücutçuluğu apaçık zındıklık olan bu ikinci türden olduğu için İsmailağa cemaati tarafından tard edilmişlerdir. Çünkü İsmailağa Tarikatı Hak tarikatın son örneklerinden olarak Şeriatı Garrayı Muhammediyyeyi muhafaza etmek bu tarikatın en büyük davası ve temel prensibidir. Şeriata aykırı hiç bir hareket bu tarikat içinde barınamaz.

Masum Bayraktar gerçekten Vahdet-i Vücutçu oldu mu, yoksa bu ona yapılmış bir iftira mıdır ?

Masum Bayraktar "vahdet-i vücut'çu oluşunu asla reddetmez dolayısıyla onu vahdeti vücutçulukla itham etmek ona yapılan bir iftira miftira değildir. Hatta o bizzat bu fikrini uzun zaman açıktan yaydı. Herkes bunu duydu bildi. Özellikle Hızır efendinin şehadeti ile nisbeten boş kalan Çukur Bostan camiini mekan tutmuş orada çevresine topladığı kişilere aylarca vahdeti vücut aşılamaya çalışmıştır. bu toplantıların birine bizzat şahit oldum ve grubuna yabancı olduğumu gören masum o akşam kendince bütün delillerini serd ederek beni inandırmaya çalışmıştı. Beni davet eden arkadaşım bu duruma şaşırmış, sevinçle "senin için bütün delilleri döktü ortaya" demişti.

Medreselerde okuyan bir çok talebeler bu akıma kapılmış ve vahdet-i vucut bilen bilmeyen herkes tarafından ulu orta konuşulur olmuştu. Medrese hocaları bu durumdan son derece rahatsız olmuşlar, bu marazı kapmış talebeleri terbiye ve ıslah etmeye koyulmuşlardır. Düzlemek istemeyenleri kurslardan çıkarmışlardı. Hatta bu talebelerden bazıları küstahlaşmış hocalarına baş kaldırmışlar, bu kadarına dayanamayan hocanın biri o küstahı darp edince marazlı talebenin şu sözü o zamanlar darb-ı mesele dönüşmüştü: "Peh noldu ki ! zat zata vurdu !"

Sonra mesele Mahmud Efendi hazretlerine intikal etti. Efendi hazretleri bunu ve beraberindeki Yavuz Selim'i huzuruna çağırarak uyardı, yakın çevresinden hocaları da meclise çağırarak şahit tuttu. O gün bunlara şöyle buyurdu:

"Böyle demeyin. (yani vahdet-i vücut var demeyin) Rasulullah efendimiz böyle bir şey demedi, Şahı Nakşibend hz böyle demedi, Efendi babam böyle demedi. Siz de demeyin.."

Bunlar çıktılar oradan ve şöyle dediler "tamam biz anladık hatamızı, bu şey 'var' ama denmez! Biz bu sırrı herkse söyleyerek yanlış yaptık. Bundan böyle açıktan demeyeceğiz" dediler ve işi gizliye döktüler. Toplantılarına katılan arkadaşlarımız vardı. O zamanlar Masuma inanıyorlardı. Onlardan aldığımız bilgi; Bunlar bu felsefeye devam ettiler ancak umum millete yaymaktan vaz geçtiler.. Ama tabi ki gizlemeyi başaramadılar, yalancının mumu yatsıda söndü ve bu gizli faaliyetleri açığa çıktı ve Efendi hazretleri bu defa bunları fikren ve zihnen ikna edecek yetkin hocaefendileri görevlendirdi ve Masumun üzerine göndererek dönmesini temine çalıştı. Hüseyin Avni hocaefendi bunlardan biridir, defaaten Masumla bu konuda konuşmuş ve ona ilmi burhanlarla sapkın bir yolda olduğunu isbat etmiş, vaz geçmesini telkin etmiştir. Ancak Masum bildiğinden şaşmadı gittiği yoldan dönmedi, tam gaz burnun dikine devam etti.

Masumcuların vahdet-i vücutçuluğu hâl midir, Taklit mi ?

Bu tayfanın içine düştüğü bu durum efendi hazretlerine soruldu: efendim bunlarda ki hal midir ? Mahmud Efendi hz "Hayır hâl değil" buyurdu.

Islah Çabaları

Efendi hazretleri kendi tarikati içinden böylesi sapkın görüş sahiplerinin çıkmasına çok üzüldü ve bunu düzeltmek için çok çabaladı. Güvendiği bir çok hocayı bunlara göndererek işi düzeltmelerini salık verdi. ve bu tayfa için "tertemiz kapıyı kirlettiler" demiştir.

2002 yılında nikahımı kıymak için acizane Mahmud Efendi hazretlerine müraccat ettim. Kabul edildi ve bunun için camideki odasında olduğum bir sıra hocamız küçük damadı Mahmut Eren hocaefendi de orada bulunuyordu. Birlikte bazı şeyler konuştuktan sonra Efendi hz hemen sözü bu konuya getirdi ve masumcuları için "onlar ne yaptılar" diyerek haberlerini sordu. Mahmut Eren hoca: "Efendi hazretleri aynı, bildiğiniz gibi" dedi. Efendi hz üzüntüyle "Göreyim seni, hadi düzeltin bu işi.." dedi sonra da "Allahım sen bu işleri düzelt ya Rabbi" diyerek dua etti.

Bizzat yaşadığım, gözlerimle gördüğüm kulaklarımla işittiğim bu konuşmadan sonra "masum bayraktar yanlış yola girdi mi, Efendi Hazretleri bunları inkar etti mi" şeklinde benim asla bir tereddüdüm olmadı. Bunu açıklamamın sebebi masumcular pişkinlik içinde "efendi haz bizleri tasdik ediyor bizi yanlışta görmüyor, efendi hazretlerinden hakkımızda aktarılan menfi sözleri bizi çekemeyenlerin iftirası" demeye başladıklarından Mahmut eren hocaefendi orada nikahım için hazır bulunan nikah şahitlerim Eminali Yüksel ve cemal yavuz'a ve bana "Efendi Hazretlerinin bu sözlerine şahitsiniz" deme ihtiyacı hissetmiştir.

Masum Bayraktarın başını çektiği bu vahdet-i vucutçuluk sapkınlığını ıslah etmek ve tarikatı bu fikirden bütünüyle temizleme çabaları tam üç sene sürdü. Üç sene boyunca ismalağa neredeyse her şeyi bıraktı bunlarla uğraştı durdu.. ve sonunda efendi hazretleri bunların ıslah olmayacağını anladı ve "buzağın sevgisi kalplere içirildi" ayetini okuyarak bunların dönmeyeceğine, dolayısıyla ihraç edilmekten başka çare kalmadığına hükmetti.

Yüksek siyaseti gereği bu kararı açıklamak üzerek heyeti topladı ve 30'u aşkın ileri gelen hocaların iştirakiyle oluşan bu heyet "Masum Bayraktar ve ona katılan, birlikte hareket eden ve bunlara maddi manevi destek olanların tarikattan ihraç edildiklerini" açıkladı. Tarikatta kalmak isteyenlerin bunlardan ayrılması gerektiği, ne talebe vermek, ne de maddi yardım yapmak suretiyle bunlarla asla ilişki içinde olmamak gerektiği de ayrıca belirtildi. Bu karar o gün bütün cemaate duyuruldu.

Bunlar baktılar ateş bacayı sardı, başladılar yaygara çıkarmaya. Ve yok "heyeti tanımıyoruz sadece Ef Hz'ni tanırız" demeye. Yok "bize iftira atıldı" demeye , yok "Efendiden yalan yanlış haber getiriyorlar!" zırvaları çıkarmaya başladılar. Tövbe etmek, pişman olup işi düzeltmek yerine yalan ve iftira velvelesine sarıldılar.. O gün bugün bu, böyle devam etti.

Masum fikrinin zayıflığından, Efendi hazretleri tarafından tard edildiğine hiç bir zaman inanmak istemedi. Bunun kendisini istemeyen hocaların bir tertibi gibi algıladı. Bu yüzden de suçunu itiraf edip tövbe etmeyi hiç düşünmedi veya böyle bir niyeti asla dışa vurmadı. Yalnız bir keresinde Süleyman Çoğalmış'tan bizzat işittiğim üzere arkadaşı Ali Haydarı da yanına alarak Bursa Hacı Hasan köyünde olan Efendi Hazretlerinin huzuruna çıkmak istedi. Bu ikisi henüz bina girişinde iken Efendi hazretleri kerametiyle gelişini fark etmiş ve eliyle alt katı işaret ederek "Bu gelen yanlış yoldadır, yanında ki yanlış yolda" demiştir. Bu sözüne bizzat şahit olan S. Çoğalmış abi "hayretler içinde alt kata indim yanlış yolda olanın kim olduğunu merak ettim ve gördüm ki meğer Masum Bayraktar binaya giriş yapmış orada bekliyorlar". S. Çoğalmış "Masumun Efendi hazretleri tarafından tard edildiğine inanmadığını bildiğim için, Bir gün masumu yolda yalnız başına gördüm yanına yaklaştım ve uyardım bizzat şahit olduğum bu olayı ve Ef Hz nin o kerametini yüzüne söyledim. "Kendini nasıl aklıyorsan akla Efendi Hazretleri senin için "O yanlış yolda" buyurdu dedim." demiştir.

Diğer bir delil

Arkadaşım A. Akyüz şöyle anlattı: "Annem Dursun Efendinin torunu dolayısıyla Efendi Hzretlerinin bacısının kızı. Mahremi olduğu için Efendi hazretleriyle rahat görüşebiliyor. 2005 yılında Umrede görüştüler. Kardeşim Abdullah, masumcu Yavuz S. Esengille birlikte masumculara katılmıştı. Annem bu durumu Ef Hz'ne aktardı ve onlar hakkında sordu. Efendi hzretleri anneme "Ne yap ne yap Abdullahı onların elinden kurtar" buyurdu. Umre dönüşü annem Abdullaha kesin emretti "Onlardan ayrılacaksın yoksa hakkımı helal etmiyorum" ve kardeşim ayrıldı, Abdullah bunu anlattığı bir arkadaşıyla birlikte kurtuldular

Kaleme alan: Muhammed İ. Erdoğan 2010

"Masumun yediği diğer herzeler, ve sonunda kabahatini itiraf etmesi" konulu 2. yazıyla devam edecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder